Aliya’nın Konuşmalarına Yansıyan Ahlâkî Yönü

“İyilik ve adalet tüm zorluklara rağmen mağlup edilemez.”

Sezai Karakoç’un Akif’e dair düşüncelerini kaleme alırken ortaya koyduğu bir tespit vardır. Ona göre büyük insanların ölümleri bir bakıma onların doğumudur. Çektikleri çile bir ömür süren bir doğum sancısıdır ve onlar öldüklerinde tam olarak doğmuş olurlar. Aliya İzzetbegoviç ve eserleri ile tanışan birinin bu tespitin Aliya’da da gerçekliğini açık bir şekilde bulduğunu görmemesi mümkün olmasa gerek.

Aliya’nın Türkçeye ilk kazandırılan eseri olan Doğu ve Batı Arasında İslâm’ı okuyup onun entelektüel kimliğine aşina olma gayreti içinde olanlarımızı hariç tutarsak, hakikaten birçoğumuz Aliya’yı sadece ‘Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı’ etiketi içine hapsetmiştik. Aliya’nın vefatından sonra, konuşmaları, hapishane yıllarında tutmuş olduğu notları, otobiyografisi ve kendisinin ilk eseri olan İslâm Deklarasyonu Türkçeye çevrilip öne serilince, ancak o zaman insanların zihninde gerçek bir Aliya tasavvuru oluşmaya başladı. Ona ait ‘siyasi bir lider’ portresinin artık dışına taşılıyor, daha önce farkına varmadığımız yönleri ortaya çıkıyordu. Hakikatte bir ‘Aliya doğumu’ yaşanıyordu.
Alija Izetbegovic
Aliya’nın farklı taraflarıyla tanıştıkça savaş sebebiyle yaşananları ve Bosna’nın ortaya koyduğu mücadele ruhunu anlamak da kolaylaşıyordu. Şimdi geriye dönüp şöyle bir baktığımızda, Bosna Savaşı’nın, bir yönüyle Aliya’nın inandığı ve savunduğu ilkelerin bir mücadelesi ve ahlâkî duruşunun imtihan süreci olarak yaşandığını görebiliriz. Zaten o da bu durumu benzer şekilde nitelemişti. Savaş sürerken, partisinin yönetim kurulunda yaptığı bir konuşmada Allah’ın(c.c) onları zor bir imtihandan geçirdiğini açık açık söylüyordu Aliya. Karşı karşıya kaldıkları durumda, yani insanların boğazlandığı, kadınların ve çocukların öldürüldüğü, camilerin yıkıldığı zamanlarda düşmana aynı şekilde karşılık vermenin kendi ilkeleriyle ters düşmek anlamına geldiğini sık sık tekrar etmiştir.

Aliya, halkını yok etmek isteyenlerle, savaş yıllarında bir komutan olarak cephede de inandığı ahlâk ilkelerini temel alarak savaş vermiştir. O, bu konuyu savaşın tam ortasında, komuta merkezinde askerlerine ‘Ahlâk Yönetimi Semineri’ verecek kadar önemsemiştir. Tıpkı önümüzde en büyük örnek olarak duran Hz. Peygamberin (s.a.v) savaşa giderken sahabe efendilerimize ‘kadınlara, çocuklara dokunmayacaksınız, ağaçları kesmeyeceksiniz’ diye buyurması gibi.. Aliya askerlerine konuşurken, Avrupa kökenli halkların savunmasız insanları öldürdüğünü, köprüleri ve ibadethaneleri yıktığını, ancak Müslümanlar olarak onlar böyle davranışlarda bulunmadıkları için her yurtdışına çıkışında bundan büyük gurur duyduğunu dile getirir. Sıkıntıların dehşetiyle yüzleştiğinde bile onuruna gölge düşürmeyen bir halka mensup olmanın gururunu askerlerine yansıtmaya çalışır.

Aliya, özellikle halkına ve askerlerine yaptığı konuşmalarında ahlâkî noktalara değinirken kendisinin de onlar gibi bir ‘insan’ olduğunu, onların hallerini paylaştığını dile getirmiştir. Bir gün askerlerine konuşma yaparken hasta olduğundan dolayı o günlerde kendisini işaret eden ‘başkan hasta olmamalı, bu duyulmamalı’ söylentilerine atıfta bulunarak; “Sıradan bir başkanım ben, sadece sıradan bir insan. Ben bir ‘lider’ değilim. Onlar hasta olmazlar. Onlara izin verilmez. Ama hepiniz gibi ben de hasta olabilirim.” der. Bu tavrın mânâsına göre hareket etmeyi bütün subaylarına tavsiye eder. Onlara; “Ancak halkın ordusu olduğumuzda ve insanlar bizden korkmadığında muzaffer olabiliriz” mesajını verir. Çünkü Aliya’ya göre insanları tehdit eden bir ordu sefildir, muzaffer olamaz. Ordunun gücü halktan gelmelidir, ordu halka aittir. Gerçekten Aliya halkına benzemeyi subaylarına, askerlerine o kadar şiddetle tavsiye etmiştir ki, bu konuda ciddi olduğunu ifade etmek için hiçbir şeyi yapmaktan geri durmamıştır. O bunun için duvarlardaki resimlerini kaldırtır, bu bizim adetimiz değil diyerek de ders verir. Askeri ne yemek yiyorsa ondan başkasını yemez.

Aliya sahip olduğu ahlâkî prensipleri hiçbir yerde dillendirmeye çekinmemiştir. Parti kongresinde hükümet kadrolarında görev alacakların hangi kriterlere göre belirlenmesi gerektiğine dair konuşurken şöyle bir anısını aktarır: “Büyükannem, biri hariç bütün torunlarını severdi. Garip bir biçimde, o torun içimizdeki en iyi talebeydi. Bir defasında ona sordum: “Büyükanne, neden Hasan’dan hoşlanmıyorsun? O içimizdeki en mükemmel talebe.” Şöyle cevap verdi: “Aliya, o kendine karşı mükemmel, ancak bana karşı değil. Üç bayramdır beni görmeye gelmiyor.” Başından geçen bu olayı aktardıktan sonra kendisini dinleyenlere anlatmaya çalıştığı ahlâkî durumun mânâsını zihinlere kazımak için ekler: “İnsanların mükemmel olmaları güzel bir şeydir. Ancak önemli olan kendileri için mi halk için mi çalıştıklarıdır.” O, sahip olduğu ahlakî prensipleri ne savaş esnasında, ne de savaştan sonra ucuz hesaplara kurban etmiştir. Böyle yapanları da sert bir dille eleştirmiştir. Bir akşam mültecilerden sorumlu yetkililerden birisi mülteciler konusu ile ilgili bir yayında her şeyi güllük gülistanlık anlatır. Durumun nasıl olduğunu dürüstçe anlatmak yerine onlara hayal vaat eder. Bu duruma çok kızan Aliya, partisinin bir oturumunda konuyu ele alarak şöyle der: “Durum anlatıldığı gibi değil. O bayı uzun süre dinledim ve gittikçe daha çok sinirlendim. Halka gerçeği söylemek zorundasınız. Yalan söylemek olmaz. O bay ise, beni bağışlasın, o akşam halkı kandırıyordu.” Bu şekilde Aliya gerektiğinde bazı kesimleri tavırlarından dolayı yermeye çekinmemiştir. Savaş sırasında yaptığı okul ziyaretlerinden edindiği izlenimlerden yola çıkarak şöyle bir eleştirel tespit yapar: “Çocuklar kim oldukları ve burada neler olup bittiği konusunda çok net bir bilince sahipler, bazı aydınlarda ise bu yok! O aydınlardan biri bana ‘Ben tüm bunların dışındayım, ben tarafsızım.’ diyor. Güya tarafsızmış! Ben de ona şöyle dedim: ‘Biliyor musun, ben ‘düşman’ı lanetlerim, ama sıra ‘tarafsız’a gelince, onlar tükürülmeye layıktır!’ ”

Aliya’ya göre Bosna’nın kendisi ahlâkî bir meseledir. Ahlâkî meseleler her erkeği ve kadını ilgilendiren evrensel meselelerdir. Papa II. Jean Paul’u karşılama konuşmasında Aliya Sarajevo’da dört farklı inancın barındığını anlatırken bu manzaranın tesadüfi olmadığını ifade eder. Bunun, dinde zorlamanın olmadığı, bir ve tek olan Allah’ın(c.c) her türlü yüceltilme görüşünün saygıya değer olduğuna inanan atalarının basiretinden doğduğunu söyler. İşte bu manzarayı ortadan kaldırmaya niyetlenenlerin ahlâkî yoksunluğu Bosna’yı ahlâkî mesele kılmıştır. Ve bu meselede Aliya’nın söylemek istediği şey onların sadece insan olmaya ve insan kalmaya çalıştıklarıdır. Aliya; ‘insan olmak ve insan kalmak Allah’a(c.c) ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur’ der. Gerçekten de onlar bu konuda başarılı olduklarının ve bu durumu da Allah’tan(c.c) başka hiçbir şeye borçlu olmadıklarının farkındadırlar. Bu farkındalığın ifadesini Aliya’dan dinlemek gerek: “Tarih, daima aynı hikâyeyi tekrarlar: Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler. Her durumda, ikinci kısımdaki insanlar daha zengin ve görünürde daha güçlüdürler. Görünürde, diyorum çünkü güç ve zaaf yalnızca gönül meselesidir.”

Yorum bırakın